Tarihteki ilk "sinema gösterisi", bunun ilginç bir örneğidir. 1895 yılında Auguste ve Louis Lumierez adlı iki Fransız mucidin Paris'te yaptıkları bu ilk gösteride, istasyona yaklaşmakta olan bir trenin görüntüsü perdeye yansıtılmış, ancak salondaki izleyicilerin çoğu, trenin kendilerini ezeceğinden korkarak panik halinde dışarı kaçmışlardır.
Günümüzde üç boyutlu görüntü oluşturan özel gözlükler sayesinde,
izlenen görüntülerin gerçekten var olduğu hissi uyanmaktadır.
Bu sorunun cevabını bulmak için, öncelikle "görme"nin ne olduğu hakkındaki bilgilerimizi yeniden düşünmemiz gerekir.
Dışarıda Işık Yoktur
Gözle göremediğimiz ışınlardan birisi de tıpta kullanılan X ışınlarıdır.
|
Güneş ve diğer "ışık kaynakları", sadece çok çeşitli dalga boylarında farklı türde elektromanyetik parçacıklar saçar. Bu parçacıklar, yapılarının öngördüğü şekilde evrene yayılır. Bunlardan bir kısmı dünyamıza ulaşır ve yine yapılarının gerektirdiği çeşitli etkiler oluşturur. Bu etkiler, parçacığın hacmine, ağırlığına, hızına, frekansına göre değişir.
Örneğin birçok radyoaktif parçacık vücudumuzun içinden geçip gider. Onları ancak kurşun levhalar durdurabilir. Bu parçacıkların bazıları o denli ağır ve enerji yüklüdürler ki, çoğu zaman çarptıkları molekülü parçalayarak yollarına pek sapmadan devam ederler. Bu, radyasyonun kansere yol açmasının altında yatan nedendir. Daha güçsüz bir tür radyasyon olan röntgen ışınlarından yararlanılarak röntgen makinaları üretilmiştir. Bu makinaların yaptığı iş, radyo dalgalarının oluşturduğu etkiyi "görülebilen ışığa" çevirmek, yani gözlerimiz tarafından algılanabilir hale getirmektir.
Radyo dalgaları parçacık içermedikleri için çarpışma anında insana zarar vermezler. Bu dalgalar hiçbir duyumuz tarafından algılanamaz, ancak evlerimizdeki radyolar bunları kulaklarımız tarafından duyulabilir ses dalgalarına çevirir. Radyoda bir yayın yokken duyulan hışırtı, aslında Güneş ve tüm yıldızlar tarafından evrenin başlangıcından bu yana yayılan kozmik fon radyasyonunun "sesidir". Burada "ses" kelimesi ile kastedilen, bu dalgaların radyolarımız tarafından işlenerek kulaklarımız tarafından duyulabilir hale getirilmesinden sonra beynimizde oluşturdukları algıdır.
Radyo dalgaları hiçbir duyumuz tarafından algılanamaz, ancak
evlerimizdeki radyolar bunları kulaklarımız tarafından duyulabilir ses
dalgalarına çevirir.
Gözlerimiz sadece mor ötesi ile kızıl ötesi ışınlarının arasında kalan ışınları görebilir.
Akkor haline gelen soba kızıl ötesi ışın yayar.
|
İşte fotonların bir kısmı da vardır ki frekansları morötesi ve kızıl ötesi ışınların arasında kalmıştır. Bunlar gözümüzün arkasındaki retina tabakasına düştüğünde buradaki hücreler tarafından elektrik sinyaline çevrilirler. Biz de gerçekte birer parçacık olan fotonları "ışık" olarak algılarız. Eğer gözümüzdeki hücreler fotonları "ısı parçacıkları" olarak algılasalardı, o zaman bizim için ışık, renk ve karanlık olarak adlandırdığımız kavramlar hiçbir zaman olmayacak, cisimlere baktığımızda onların sadece "sıcak" veya "soğuk" olduklarını hissedecektik.
Gören, Göz Değildir
Bu ana kadar radyasyon türleri üzerinde bu şekilde teknik açıklamalar yapmamızın nedeni, bunların bulundukları ortamda "ışık" adlı bir etki oluşturmadıklarının anlaşılması içindi. Söz konusu radyoaktif parçalar hareket ederler, çarparlar, sekerler, bazen kırar ve bozarlar, fiziksel ve kimyasal etkiler oluştururlar. Fakat oluşturdukları etkilerin hiçbiri ışık olarak adlandırılamaz.Bizim bu parçaların bazılarını "ışık ışınları" olarak adlandırmamızın tek nedeni, bunların gözümüz tarafından algılanmasıdır. Gözümüzün arkasındaki retina tabakasına düşen fotonlar, buradaki algı hücreleri tarafından elektrik akımına dönüştürülürler. Bu elektrik akımı sinirler tarafından beyindeki görme merkezine taşınır. Beyindeki görme merkezi bu elektrik akımlarını yorumlayarak bir görüntü oluşturur.
Bu sisteme baktığımızda ilginç bir sonuca varırız: Aslında gözümüzün "görme" gibi bir özelliği yoktur. Göz, sadece fotonları elektrik sinyaline çeviren bir ara birimdir. İdrak etme kabiliyeti yoktur. Çevremizi sardığını düşündüğümüz pırıl pırıl dünyayı seyreden göz değildir. Işık veya renk hissi gözde oluşmaz.
Bu konuyu daha iyi kavrayabilmek için görmenin teknik tanımını biraz daha detaylandıralım.
Aslında gözümüzün "görme" gibi bir özelliği yoktur. Göz, sadece fotonları elektrik sinyaline çeviren bir ara birimdir.
Bu bilgiler, ışık, karanlık, beyaz, yeşil, saydam gibi kavramların beyinde oluşan algıdan ibaret, tamamen göreceli tanımlar olduğunu göstermektedir. Gerçekte dış dünyada ne ışık, ne de renk vardır. Sadece bizim bu şekilde yorumladığımız radyasyon türleri vardır. Yorum tamamen bize aittir. Gözde oluşacak bir hata veya yapısal bir farklılık, gelen fotonları farklı elektrik sinyallerine dönüştürecek ve beyindeki görme merkezi aynı özellikte dahi olsa, göz tarafından işlenen sinyaller, aynı cismin çok farklı şekillerde algılanmasına neden olacaktır. Renk körleriyle normal görenlerin belli renkleri çok farklı algılamaları ve yorumlamaları bundandır.
Kısacası, bizim ışık veya renk olarak yorumladığımız foton hareketleri, zifiri karanlık bir ortamda gerçekleşen fiziksel olaylardan başka bir şey değildir. Göz de dahil olmak üzere tüm vücudumuz ve 3 boyutlu, rengarenk bir mekan olarak gördüğümüz, kimi insanların kesin olarak var olduğunu iddia ettikleri tüm maddi alem, bu karanlığın içinde yer alır.
Dış Dünya ile Sizin Aranızdaki Üç Aşamalı Duvar
Dikkat edilirse, bilimin ortaya koyduğu bu sonuçlar bize çok önemli bir gerçeği göstermektedir: Biz dış dünyadaki maddenin aslı ile hiçbir zaman muhatap olamayız.Örneğin karşısına geçip seyrettiğimiz bir televizyonun kendisini hiçbir zaman göremeyiz. Bize sadece bu televizyondan çıkıp gelen veya ona çarpıp yansıyan fotonlar ulaşır. Bunlar ışık değil, parçacıklardır. Bir duvara çarpan tenis topunun geri sekmesi ve bizim de sadece bu topu görmemiz gibi bir durumdur bu. Yani daha bu aşamada televizyonun aslından bir aşama kopmuş oluruz. Fotonlar gözümüze gelip retina hücrelerine çarptığında ise, buradaki enzimler tarafından elektrik enerjisine çevrilirler. Yani televizyonun aslından ikinci bir aşama daha koparız. Bu elektrik enerjisi sinirler tarafından beynimizdeki görüntü merkezine ulaştırıldığında, bir kez daha değişikliğe uğrar ve "görüntü" dediğimiz forma bürünür. Bu, üçüncü aşamadır. Tek bir aşama bile "gerçek televizyon" ile bizim aramızdaki bağlantıyı koparmaya yetecek iken, bu iş tam üç farklı aşamada üç kez gerçekleşir.
Bir örnek vermek gerekirse, bu, birbirine kapılarla bağlanmış 3 ayrı odanın içindeki 3 kişiyle kulaktan kulağa oynamak gibidir. Sizin kulağınıza fısıldanan cümleyi gerçekten ilk kişi mi söylemiştir; ikinci veya üçüncü kişi bunu değiştirerek mi aktarmışlardır; üçüncü kişi bunu tamamen kendisi mi ortaya atmıştır; bunların hiçbirinden emin olamazsınız. İlk ve ikinci kişilerin aslen neyi söylediklerinden bile emin olamazsınız.
Görüntü üç aşamadan geçerek beynimize ulaşır. Bu tıpkı 'kulaktan
kulağa' oyunundaki gibidir. Son kişinin kulağına fısıldanan sözcüklerin
ilk kişinin fısıldadığı sözcüklerle aynı olduğundan hiçbir zaman emin
olamayız.
Bu mesajın doğru olup olmadığından hiçbir zaman emin olamazsınız, çünkü görüntünün aktarıldığı her aşamada, görüntünün yapay bir kaynaktan gelmesi mümkündür. Afrika kıtasında çekim yaptığı iddia edilen kameralar, aslında yıllar önce çekilmiş bir video kaseti gösteriyor ve uydu üzerinden bu kaset size ulaşıyor olabilir. Dahası, ortada hiçbir kamera ve uydu olmayıp, size sadece yan odadaki bir video cihazından kaset izlettiriliyor olabilir. Afrika kıtasına bizzat gitmedikçe bunu bilemezsiniz. Ama odadan çıkamadığınıza göre, Afrika'ya gidip olayların "aslını" görmeniz de asla mümkün olmaz.
Buna rağmen yine de bu odaya girmeden önce dış dünya hakkında edindiğiniz bilgiler ve bu odadan bir zaman sonra tekrar çıkacak olduğunuzu bilmeniz, size ekranda gördüklerinizin "asıl" olduğuna dair bir kanaat sağlayabilir. Ancak eğer bu oda, sizin doğduğunuz günden bu yana hayatınızı geçirdiğiniz yer ise? Hayatınız boyunca bu odadan hiç çıkmıyorsanız? Hayatınız boyunca "dış dünya" olarak sadece önünüzdeki ekranı görüyorsanız? O zaman, bu ekranda gördüğünüz şeylerin "aslıyla muhatap olduğunuzan" dair hiçbir kanıt kalmaz. Çünkü muhatap olduğunuz tek şey, ekrandaki görüntülerdir.
Ekranda canlı olarak izlediğimizi zannettiğimiz görüntünün
aslında yan odadaki bant yayını ile bize ulaştırıldığını bilemeyiz.
Kendi Bedenimiz ve Rüyalarımız
Buraya kadar konuyu daha kolay kavramak için hep diğer cisimlerden söz ettik. Bir televizyonun aslını göremeyiz, bir radyonun aslını işitemeyiz. Tüm görüntüler, sesler, kokular ve tatlar beynimizdeki ilgili merkezlerin içinde oluşan kavramlardır. Dışımızdaki bir dünyanın içinde değil, içimizdeki bir dünyada yaşarız.İnsanların bu açık gerçeği kavramakta zorlanmalarına neden olan bir etken, kendi bedenleri konusunda yanılmalarıdır. Aşağıya baktıklarında gördükleri beden ve bu bedenin her tarafından kendilerine ulaşan dokunma algıları, onların dünyayı yanlış algılamalarına yol açar. Bu bedenin verdiği izlenim nedeniyle, sanki bir "dış dünya"nın içinde yaşadıkları hissine kapılırlar.
Oysa söz konusu bedenin de, diğer cisimler gibi beynimizdeki algısıyla muhatap oluruz. Bedenimize dair tüm bilgilerimiz, yani bedenimizin görüntüsü ve beynimize ulaşan dokunma hisleri, beynimizin ilgili algı merkezlerindedir.
Rüyalarımızı düşünürsek bu konuyu daha kolay kavrayabiliriz. Rüyanızda kendinizi tamamen hayali dünyalar içinde görürsünüz. Etrafınızda gördüğünüz cisimlerin ve insanların hiçbir gerçekliği yoktur. Üzerinde yürüdüğünüz toprak, yukarıdaki gökyüzü, gördüğünüz evler, ağaçlar, arabalar ve diğer herşey tamamen hayaldir; maddi bir karşılıkları yoktur. Ve hepsinin yeri, sizin beyninizin içidir. Beyninizde, daha doğrusu zihninizde vardırlar ve bundan başka bir yerde de değildirler.
Dikkat ederseniz, aynı durum rüyanızda gördüğünüz kendi bedeniniz için de geçerlidir. Rüyanızda da, şimdi olduğu gibi, aşağıya doğru baktığınızda eli-kolu olan, yürüyen, nefes alan, dokunma hisleri olan bir beden görürsünüz. Bu beden rüya dışındaki gerçek hayatta gördüğünüz bedenden bir hayli farklı da olabilir. Belki kendinizi üç kollu, dört bacaklı garip bir canavar gibi de görebilirsiniz. Bu üç ayrı kolun üçünde de dokunma duyusu hissedebilirsiniz. Bir başka rüyada ise, kendinizi kanatları olup uçabilen bir canlı olarak görebilir, bu kanatları gayet inandırıcı bir şekilde hissedebilirsiniz. Bir rüyada görülebilecek olan bu sanal bedenlerin hepsi, sadece sizin zihninizde yer alan, ama sanki zihninizin dışındaymış gibi hissettiğiniz algılardan ibarettir.
Rüya örneği bize şunu gösterir: Bedenimizi çok gerçekçi bir şekilde hissetmemiz, gerçekten fiziksel anlamda böyle bir bedene sahip olduğumuzu göstermez. Ortada hiçbir fiziksel beden yokken de, tamamen zihnimizin içindeki bir beden algısını "vücudumuz" olarak görüp hissedebiliriz.
Peki rüyalar ile "gerçek hayat" arasındaki fark nedir? Rüyaların gerçek hayat dediğimiz algılara göre daha süreksiz, mantıksal yönden tutarsız ve düzensiz olduğu doğrudur. Ama bunun dışında, teknik olarak, rüya ile "gerçek hayat" arasında fark yoktur. Çünkü her ikisi de, beynin içindeki algı merkezlerinin uyarılması yoluyla oluşur.
Rüyada kendimizi uçarken görebiliriz ama bu, bizim gerçekten
uçabildiğimizi göstermez. Biz yine de rüyamız sırasında uçabildiğimize
inanırız.
Rüyada kendimizi kanatlı bir yaratık olarak gördüğümüzde, buna inanırız.
|
Rüya görmek, diğer tüm zihinsel işlemler gibi, beynin ve aktivitelerinin bir ürünüdür. Bir insan ister uyanık isterse uykuda olsun, beyin daimi olarak elektriksel dalgalar verir. Bilim adamları bu dalgaları "elektroensephalograf" adı verilen bir cihazla ölçerler. Uykunun büyük bölümünde, beyin dalgaları geniş ve yavaştır.
Ama bazı belirli zamanlarda, daha küçük ve hızlı hale gelirler, gözler sanki rüya gören kişi bir seri olayı seyrediyormuş gibi oldukça hızlı hareket etmeye başlar. Uykunun REM (Rapid Eye Movement-Hızlı Göz Hareketi) denen bu kısmı, rüyaların çoğunun oluştuğu bölümdür.
Eğer kişi REM sırasında uyandırılırsa, gördüğü rüyanın detaylarını büyük olasılıkla hatırlayacaktır… REM uykusu sırasında, beyinden kaslara sinyal gönderen sinir yolları bloke olur. Dolayısıyla rüyalar sırasında beden hareket etmez. Ayrıca serebral korteks (beynin yüksek zihinsel işlevlerle ilgili kısmı) REM sırasında, rüya görülmeyen uyku bölümlerine göre çok daha aktiftir. Korteks, beynin "beyin sistemi" adı verilen bölümünden gelen nöronların (sinir hücrelerinin) taşıdığı impulslar (uyarılar) tarafından harekete geçirilir. (World Book Multimedia Encyclopedia, "Dream", World Book Inc., 1998)Yani rüya beynimizin ilgili merkezlerine gelen impulsların (uyarıların) yorumlanmasıyla oluşan bir algılar bütünüdür.
Dikkat ederseniz, "gerçek hayat" dediğimiz yaşam da tamamen aynı şekilde oluşur: Beynimizin ilgili merkezlerine gelen uyarılar, bu merkezlerde yorumlanır ve biz bu algılar bütününü "dış dünya" olarak algılarız.
Buradaki kritik soru, bu algıların kaynağının ne olduğu sorusudur. Alışkanlıklarımız, bizi hep "aslıyla muhatap olduğumuza inandırmıştır. Oysa, dışarıda madde vardır, ancak biz o maddenin aslını hiçbir zaman bilemeyiz.
Konuyu daha iyi anlamak için rüya üzerinde düşünmeye devam edelim. Rüya gören bir insana şunu soralım: "Gördüğün algıların kaynağı nedir?" Bu soruya büyük olasılıkla "dış dünyadaki cisimler ve bunları algılayan bedenim" diyecektir. Ama ortada ne bir dış dünya, ne de bu dünyayı algılayan bir beden vardır. Gördüğü herşey, beynindeki ilgili merkezler tarafından algılanan sinyallerden ibarettir.
Bizim de gördüğümüz, işittiğimiz, dokunduğumuz, tadını ve kokusunu aldığımız herşey, beynimizdeki ilgili merkezler tarafından algılanan sinyallerden ibaret olduğuna göre, o zaman dış dünyanın aslıyla muhatap olduğumuzdan nasıl emin olabiliriz?
Emin olacağını iddia eden kişi, aynı zamanda kendisinin "kulenin tepesindeki küçük adam" olduğunu da iddia etmiş olur.
Nedenini bir sonraki bölümde inceleyelim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder